18
2012
Eğrisiyle doğrusuyla koca bir sezonu daha geride bıraktık. Her zamanki gibi anlımız ak, başımız dik…
Zaman zaman çok ağır eleştirdiğim ama hakkını teslim etmek noktasında da asla cimri davranmayacağım Ultraslan’ın çok beğendiğim o sloganıyla hepinizi selamlıyorum…
“CİMBOM BAŞI DİK YÜRÜR…”
(yiğidi öldürsek de hakkını teslim ederiz! Hem yiğidi neden öldürelim? O da ayrı bir mevzu…)
2 Temmuzun üstünden neredeyse koca bir yıl geçti. O sabah televizyonlarda olan biteni büyük bir hayret ve HAKLI ÇIKMANIN VERDİĞİ MAĞRUR TEBESÜMLE izlerken, bir yandan da şunlar dökülmüştü dilimden; “Ey büyük Allahım! Yine yaptıkları melaneti ayaklarına dolaştırdın…”
Bütün bunlar olmadan yaklaşık 2 ay kadar önce ise yaptığımız bir telefon konuşmasında abimin; “yahu arkadaş bu kadar aleni maç bağlanmaz! Ne var sanki şu paraları alıp-verirken bunları bir suçüstü yapsalar” tadındaki ilenmesine gülerek ve çok yürekten bir “Amin” ile karşılık verdiğimi dün gibi hatırlıyorum… Emniyetin bu telefon konuşmasını dikkate alıp almadığını bilemiyoruz ama bir şey kesin ki; Allah duamızı dikkate almış…
Şimdi tekrar, o derin şike mevzularına girip, bütün dünyanın artık emin olduğu “ahlaksızlıkları ve namussuzlukları” ile ilgili destan yazacak değilim meraklanmayın.
Onların her gün yazdığı yepyeni destanların yanında benimkilerin cismanesi; devede bir kıl, bilemedin bir kulak…
Hangi bir melanetlerine kalem oynatacağız, biz de şaşırdık?
Kaldı ki; “milyonlarca delinin, kör bir kuyuya attığı binlerce taşı, o kuyudan çıkaracak akıl, hangi toplumda mevcuttur?”
“Taşlar, kuyuda kalacak” orası anlaşıldı…
Evet koca bir sezon daha eğrisi ile doğrusu ile geride kaldı demiştik… Biz oradan devam edelim…
Bu yıl Galatasaray, bize çok güzel maçlar izlettirdi. Hele geçen yıl -oynadığımız futbolu- düşündükçe, bu yılın anlamı katmerli oldu bizler için.
Fatih hoca başta olmak üzere emeği geçen herkese ve son maça kadar yüreğini ortaya koyan bütün futbolcularımıza kalpten, canı gönülden, en derinden ve helalinden bir TEŞEKKÜR…
Bu şükran; bizim boynumuzun borcudur… Allah hepsinden razı olsun.
Şimdi önümüzde “asıl amaca” giden uzunca bir yol var. Bu yolda mevcut kadronun ne kadar mesafe alabileceği hepimizin cevabını merak ettiği bir soru. Bu noktada maddi endişeleri her şeyin önünde duran ve aslında bir başkandan daha çok “mali bir müfettiş” gibi davranan Sayın Aysal’ın nasıl bir transfer politikası izleyeceği ve bu konuda nasıl bir tavır takınacağını ise yaptığı açıklamalardan anlamak zor değil.
Başkan; Hocaya güvendiğini her fırsatta dile getirirken, bu kadroyla elde ettiği bu başarıyı, bonservisi elinde olan birkaç tane usta ve birkaç tane yetenekli genç takviyesi ile daha üst noktalara taşıyabileceğine yürekten inanıyor ya da öyle olmasını diliyor...
Takviye konusunda büyük beklentiler içine giren arkadaşlarımızı büyükçe de bir hayal kırıklığının beklediğini şimdiden söyleyelim.
Başkan bu noktada ne kadar haklıdır bu elbette tartışılır. Fakat kesinleşmiş bir gerçek varsa o da şudur ki; şöhretli futbolcuları bir takıma doldurarak onlarla büyük zaferler kazanma beklentisi, çoğu zaman hayal kırıklığı ve büyük maddi kayıplarla sonuçlanmaktadır. Bundan 3 yıl önceki Galatasaray ve bu yılki Beşiktaş buna en güzel örnektir.
Durum böyle iken hala elalemin “ununu elemiş, eleğini asmış” oyuncularının feryadı ile ortalığı inletmek yaşananlardan ders alınmadığını gösterir! Bu tarz beklentiler, bıyığı henüz terlemiş yeni ergen arkadaşlarımızın -bizim de o zamanlarımızda pek bir heveslisi olduğumuz- beklentileridir. Ve bu beklentiler doğru değildir…
Şunu artık anlamamız gerekir; “ununu elememiş, eleğini asmamış” büyük oyuncular bu ülkeye zaten gelmiyorlar, gelmezler, gelmeyecekler! Sen de olsan sen de gelmezdin. Hele hele böyle bir zamanda…
Ben, bu tür oyuncuların tamamı böyledir. Asla alınmasın! Tarafında değilim burası lütfen iyi anlaşılsın. Fakat ben diyorum ki bizim binlerce “trol” atılmış küçük sığ bir denizde elimizdeki oltayla bu balıkları yakalamamız binlerde bir ihtimallere denk gelir. Ve biz bu ihtimaller peşinde koşarak son 10 yılı resmen çöpe attık! Heba ettik!
Oysa bizi başarıya götüren model gözümüzün önünde duruyordu. Üstünden 100 yıl değil yalnızca 10 yıl geçti… Daha dün gece bir kez daha izledim o büyük maçı…
Suat’ı, Emre’yi, Okan’ı, Hakan’ı, Arif’i, Tugay’ı, Bülent’i hatırladım. Bunların yanına kimse henüz onların farkında bile değilken takıma kazandırılan hasanlar, hakanlar, ergünler vb kaliteli yerlilerle başardık biz her şeyi.
Hasan şaşı fatih hoca istemeden önce kaçınız tanıyordunuz? Ya da Hakan Ünsal’ı, ya da Ergün’ü? Ya da Hakan Şükür’ü…
Bu örnekleri bir sayfayı ağzına kadar dolduracak kadar çoğaltabilirsiniz.
Biz bundan 10 yıl önce keşfettiğimiz ve bizi o büyük başarılara ulaştıran “doğru modeli” terk ederek kendi kendimizi bu günkü içinden çıkılmaz duruma sürükledik.
Bu takımın çöküşü “Jardel” transferiyle başlamıştır!
Koşan, rakibi kendi yarı sahasında parçalayan, agresif ve deli bir ordu; birden 1-0’lara yatan, sahasından korkarak çıkan bir kediye dönüştü!
Biz şampiyonlar liginde çeyrek final oynarken kaçınız Lucesku’yu ve oynattığı futbolu taktir ettiniz? Ben etmedim!
Gittiği günden bu yana Terimi ve oynattığı o agresif, korkusuz futbolu özledim hep… Ve tanıdığım bütün Galatasaraylılar da özlediler…
Yahu dile kolay! Bazılarının hayatları boyunca ancak penaltılarla ulaştığı en büyük mertebeye bundan neredeyse 10 yıl önce ulaşmış takıma rağmen memnun olmadık biz.
Biz Lucesku’yu niye gönderdik? Terimi bu takımın başına apar topar niye geri getirdik? Hanginiz o gün Terimi istemeyenler arasındaydı? Elinizi vicdanınıza koyun!
Lucesku kötüydü diye söylemiyorum bunları. Keşke Lucesku’yu getirmişken ve adam başarıyorken onun sistemi ile devam etseydik.
İstikrardır başarıyı getirecek olan çünkü…
Ama biz, önce işleyen bir sistemi bozduk, sonra kurulan yeni sistem tam işlemeye başlamışken onu da bozduk!
Bir şeyde istikrarlı olmak, ısrarcı olmak, başarmışken başardığın modeli bozmamak, yeni maceralar aramamak… Doğru olan budur işte…
Arsenal yıllardır bunu yapıyor. Manu da öyle, Bayern de… Onlar her zaman en üstteler.
Bundan 10 yıl önce bizimle final oynayan Arsenal’in dünya sıralamasındaki yerine bir bakın ve bir de o gün kupayı kaldıran bizim yerimize…
Biz o günden bu yana neredeyse 10 teknik direktör ve en az 50 futbolcu değiştirirken onların başında hala aynı adam var. Ve bu 2. Jenerasyonları.
Ve o günden bu yana onlar her büyük şampiyonanın vazgeçilmez bir parçası oldular. Peki ya biz?
Bu tablo hala size bir şeyler anlatmıyorsa söylenecek bir şey de kalmıyor geriye.
Belirli bir modelin ve bir felsefenin inatla ve ısrarla, taviz verilmeden uygulanması…
İşte mesele bundan ibarettir. Amerika’yı yeniden keşfedeceğiz diyorsanız o da sizin bileceğiniz bir şey…
Başarıyı büyük transferlerde, en iyi futbolcularda aradığımız sürece onu elde edemeyeceğiz bunu bilin!
Başarıyı getiren şeyin sistem olduğunu ve sistem denilen şeyinse bir takım dizilişlerden ibaret olmadığını anladığımız gün bir şeyleri de futbol adına öğrendiğimiz gündür.
Sizin sistem sandığınız şey; 11 adamın saha içine nasıl yerleştirileceğinden ibaret basit bir yapılanma. Oysaki o 11 adam, saha içinde nasıl dizilirlerse dizilsinler kafalarını kaldırarak ve topa basarak oynamadıkları sürece hiçbir sistemin işlemesi çağımız futbolunda mümkün değildir.
Senin stoperin top havadayken kuş uçurtmuyor ama yere indiğinde kucağına atılmış bir bomba gibi panikliyorsa, dümdüz çim üstünde, -topuklu ayakkabıyı yeni giymiş bir taze- gibi eskizler çiziyorsa sen hangi sistemden bahsedebilirsin? Stoperin; takımın en arkası, yani temeli… Senin temelin atılmamış ki… Atılmamış bir temel üzerine bina inşa ediyorsun!
En geridekilerin oyuna giremediği bir mücadelede sen, 2 kişi eksiksin demektir. Belki buradaki standartlarda işi götürür, onlar da senin gibi oldukları için bu eksikliği hissetmezsin ama iş “er meydanına” gelince orada değişir. Adamı bir anda beşleyiverirler!
Geriden oyunu en az Engin kadar, en az Melo kadar kurabilecek adamları stoper olarak yetiştirmediğin sürece,
orta sahanı Selçuk gibi birkaç tanesi ile alternatifli bir hale sokamadığın sürece, forvetini yeni Hakan Şükürlerle besleyemediğin sürece bir sistemin olduğundan da bahsedemezsin.
Esasında sistem denilen şey de bu oyuncuları yetiştirme, yetiştirmeyi beceremiyorsan da herkesten önce bulup ortaya çıkarma (profesyonel bir scout) sanatının ta kendisidir… Örnek; Ajax, örnek; Arsenal, örnek; Porto… vb.
Temeli iyi atılmış bir takımda geriden iyi başlayan oyun her dizilişte başarıyı mümkün kılabilir. Bunun tersi ise, en iyi ya da en doğru dizilişlerin bile işletilme şansını daha en başından sekteye uğratacaktır.
Alt yapı bu yüzden var işte…
Alt yapı denilen şey; orada yıldızı parlayan gençlerden, kırkta yılda bir tanesini A takıma monte etmenin dışında, çok daha uzun vadeli, çok daha geleceğe dönük, -oyun felsefesini- de içinde barındıran önemli anlamlar içerir.
Bunların farkına hala varamadığımız ve öze inemeyip ha bire kabuğu çiğnediğimiz için de 10 yılda tam 50 yıl geriye gittik!
Ve şimdi, bir zamanlar Porto ile birlikte “en çok katılanı olduğumuz” lige sıfırdan başlıyoruz…
Olsun, bu başarısızlık ve bir türlü hiçbir şey anlamama durumu da bir sistem sayılır diyorsanız, saygı duyarım! Bu konuda sonsuz istikrarlıyız çok şükür!
Şimdi böyle bir durumda kalkıp da milyon avrolar vererek alacağınız ve zaten emeklisi gelmiş ya da müzmin sakat şöhretlerin transferini istemek, çatısı uçmuş eve son model oturma gurubu bakmaya benzer. Ya da arabanın motoru bitmiş, ittirmekle gidiyor ama sen onu boyatmakla meşgulsün…
Sen arabayı çok güzel boyattın diye o araba gidecek mi yani?
Benim bütün bu bahsettiklerim elbette uzun vadeli ve kalıcı başarılar için gerekli olan yaklaşımlardır.
Bugün bir şeyler başarmanın ve ertesi gün yine sıfırdan başlamanın yolu ise bu güne kadar kat ettiğimiz ve çoğunuzun hala “talepkarı” olduğunuz yol zaten…
Artık bu kısa vadeli başarı beklentilerinden ve durmaksızın futbolcu transferi taleplerinden vazgeçmeliyiz.
Planlı bir şekilde, nasıl bir futbol mantalitesi benimsenecekse o yöne doğru kalıcı adımlar atmanın ve a dan z ye her şeyi yeniden bu mantık ve bilinçle yapılandırmanın talebi içinde olmalıyız.
Bundan sonra biz, -bir orta saha oyuncusu kadar teknik adamları- stoper olarak yetiştirmenin yoluna bakmalıyız mesela...
Orta sahada ve kanatlarda, oyunun her iki yönünü birden oynayabilen, tekniği yüksek ve bir o kadarda dayanıklı ve dinamik oyuncu profilleri üzerinde çalışmalıyız.
Seçmeleri yaparken ve o çocukları yetiştirirken bu mantığı temel almalıyız…
Adam kazma ama fiziği de etkileyici. İşte bu adam geleceğin stoperidir! Zar zor 5 yılda topa vurmasını birazcık da olsa herhalde öğrenecektir! Eşek değil ya!
İşte hata buradan başlıyor.
Mahalle maçlarından kalma alışkanlıklarımızla alt yapı oluşturup bir de o alt yapılardan Avrupa standartlarında futbolcu beklemek nasıl bir aklın ürünüdür Allah aşkına!?
Adam kayırma ve falancanın yeğeni, filancanın torunu zavallılığı ise önüne bir türlü geçemediğimiz -yalnızca bize özgü- şark maymunluğundan öte bir tutum değil! Hak edene hak ettiğini, onu zerrece sevmiyorsan da verebildiğimiz gün ileriye doğru dev bir adım atmış olacağız…
Düşünebiliyor musunuz; 10 milyon lisanslı sporcunun içinden bir Mesut Özil bulamıyoruz, bir Hamit bulamıyoruz, bir Gökhan Töre bulamıyoruz ama onlar nefret ettikleri 2 milyon gurbetçinin içinden onları bulabiliyorlar!
Bu nasıl bir iştir diye hiç düşündüğünüz olmuyor mu?
Bizler bu bilince ulaşmadığımız sürece, hayal kırıklıkları ve -Avrupa’da başarı hayallerinin her yıl bir sonrakine ertelenmesi- üzüntüsü ile koyun koyuna yaşarız.
Ve bu anlamsız ve bilinçsiz baskılarımız yüzünden kafası karışan yöneticilerin, sırf bizim keyfimiz olsun diye, atılması gereken kalıcı adımları atmayı üç beş yıl daha geciktirmeleri ile kaybettireceği şeylerin, nihayetinde ağır bedellerini ödeyecek olansa yine ve ne yazık ki “bizim Galatasaray ile yoğrulmuş ruhlarımız” olacaktır.
Hiçbir diziliş başarının anahtarı değildir tek başına. Ve hiçbir takım her yıl aynı dizilişle yer almıyor sahada. Bunlar detaylardan ibaret meselelerdir.
Önemli olan bir mantaliten, bir oyun felsefenin olması ve ona uygun bir futbolcu hinterlandına sahip olmandır. Yetiştiremiyorsan arayıp sana uygun olanı bulmandır. Emek gerektirir. Bilgi gerektirir ve hepsinden önemlisi sabır gerektirir…
Sahip olacağın böyle bir yetenek havuzu, sana her zaman ve her yerde hangi sistem gerekiyorsa onu oynayabilecek kabiliyeti ve dinamizmi, hatta aynı 90 dakika içinde ne kadar farklı diziliş varsa ona ayak uydurabilecek pratikliği sağlayacaktır.
İşte bu: sistemdir… ,
Saha içindeki 11 adamın nerede ve kaç kişi dizileceklerini sistem olarak tanımlarsanız işte bu da son derece yetersiz ve sığ bir bakış açısıdır… Hiçbir neticeye götürmez.
Dünyanın önde gelen kulüpleri, her yıl nasıl oluyor da aynı büyük oyunu oynayabiliyorlar ve nasıl oluyor da bir Chelsea ya da City onca para harcamalarına rağmen bu seviyeye çıkamıyorlar?
İşte bu sorulara derinlemesine bir bakış açısı geliştirmek, başarının nereden kaynaklandığının da bilgisine ulaştıracaktır bizleri…
Barselona’daki Messi’ye bakın, bir de Arjantin’deki Messi’ye!
Portekiz’deki Ronaldo’ya bakın, bir de Real’dekine!
Evet bunlara bakın. Ama iyi bakın.
Bakın ki; gördüğünüz şey, sizi gerçeğe götürsün artık…