31
2011
Galatasaray’ın son haftalarda birdenbire yükselen bir performans göstermesinin ana nedeni, sistemin değişmesinden ziyade kaleden hücum hattına kadar takım omurgasının tam manasıyla kendini bulmasında saklıdır. Çünkü bu süreçte 4-4-2 tercihini bozmaksızın Elmander'in önünde Baroş değil de mesela Sercan Yıldırım oynasaydı, yine de böylesi bir çıkışı yapabilir miydik; burası tartışılır. Her ne kadar Elmander Sercan ikilisi Karabük deplasmanında 10 dakikada iki net gol pozisyonuna girmiş olsalar da, o maçta Muslera’nın gördüğü kırmızı kart bu ikilinin ne derece uyumlu olabileceğini de gölgeledi. Zira o 14 dakikalık birliktelik 90 dakikaya yayılamamıştı sonraki haftalarda. Dolayısıyla eldeki veriler yetersiz olduğu için Elmander Sercan uyumunun ne derece sağlıklı olabileceği de elbette ki tartışılabilirdi. Ancak benim açımdan hiç su götürmeyecek bir konu var ki; o da defansta Semih Ujfalusi, orta sahada Selçuk Melo uyumundan sonra hücumda da Elmander'in yalnızlığına son verecek olan partnerine kavuşmasıyla birlikte Galatasaray'ın omurgasının artık mükemmele yakın bir seviyede tamamlanmış olduğu gerçeğidir. Bana kalırsa sadece skor olarak değil, oyun babındaki başarımızın altında yatan en büyük sır da işte bu detayda gizlidir.
Daha üç hafta öncesiye kadar Galatasaray’ın pozisyona girmekte zorlanan fakat rakibe de pozisyon vermeyen bir görüntüsü vardı. Defans ve orta saha göbeğinin sağlamlığı sayesinde takım savunması güven verirken; hücum organizasyonunda ileride çoğalamamak gol yollarında tam bir kısırlığa neden oluyordu. Dolayısıyla sorun hücumdu. Mevcut kanat problemine rağmen ileride Elmander’in tek başına bırakılması ise bu ofansif zafiyeti perçinleyen başlıca sebepti. Kanatlar işlese ve Elmander’le uyumlu olabilseydi, biz tek forvet de oynayabilirdik. Fakat Elmander hücumda hem Kazım’la hem de Riera ile bir uyumsuzluk yaşamaya mahkum kalırken, aynı zamanda rakip savunmayla boğuşmanın sorumluluğunu da üzerinde taşıyordu. Bu şartlar altında biz Elmander’e ‘’hem savunmayı dağıt, hem de golü at’’ diyorduk ki, bu da hiç adil olmuyordu. Böylece bütün iş Melo ya da Engin’in çalımlarıyla, Elmander’in şutlarına kalıyordu. Düğüm çözülemediğinde ise 70’ten sonra oyuna dahil olan Sercan’a ya da Baroş’a…
Galatasaray 4-4-2’ye dönüp Baroş’la maça başladığında ise Elmander hem aradığı o uyumlu partneri bulmuş oldu, hem de rakip savunmayla boğuşma görevini Baroş’la paylaşarak, özelliklerini daha fazla sergileyebilme imkanına kavuştu. Böylece zaten defans ve orta saha göbeğinde bir problemi olmayan Galatasaray hücumda da kendisini bulunca omurgasını da tamamlamış oldu; pozisyona giren ve her an gol yollarında bitebilecek bir takım hüviyetine ulaştı. Üstelik bu süreçte kanatlar hala istenilen seviyede değilken bile en dişli rakiplerini sahadan sildi; perişan etti. Peki ya tıpkı omurga gibi kanatlar da uyumlu hareket edebilseydi? Bu taktirde Galatasaray’ın tozu dumana katan gücünü ya da oyunundaki akıcılığı düşünebiliyor musunuz?
Evet, futbolda ikili uyumlar gerçekten çok önemlidir. Bu uyumlar Elmander-Baroş mutalizmi gibi bazen spontane, Selçuk Melo örneği gibi bazen de zamanla gelişebilir. Enteresan olan ise Semih Ujfalusi ikilisi gibi bilinçlice gelişen uyumlardır. Zira Semih’in Kayseri deplasmanıyla başlayan serüvenindeki başarısının en büyük sırrı, Ujfalusi’ye bağımlı olma isteğini simbiyotik bilinç kavramıyla pekiştirmesinde saklıdır. Çünkü dikkat ederseniz Semih rakip futbolcuları kontrol ederken, bir gözüyle de sürekli Ujfalusi’yi kontrol ediyor; takip ediyor. Hal böyle olunca, stoper mevkisi için Semih henüz oldukça genç ve toy iken, muazzam bir oyun bilgisi gerektiren ve bu yüzden de sadece bir liderin eşliğinde gerçekleşebilecek ''pozisyonunu topa ve rakibe göre doğru alabilme erdemi'' bir tecrübeyle harmanlandığı gibi aynı zamanda Semih’in hamle zamanlaması da bu öğretiyle birlikte kolaylaşıyor. Bu detay, Fatih Terim’in ''hava toplarında ilk müdahaleyi yap'' talimatını başarıyla yerine getirmesine de aracı oluyor. Ujfalusi sadece takıma olan katkısıyla değil, Semih’in başarısındaki en büyük payı almasıyla da büyük bir övgüyü hak ediyor bu yüzden. Fakat Semih’in de hakkını teslim edelim; Semih’in uyumlu bir partner olmayı arzulaması kadar kendisini özel kılan başka bir vasfı var ki, o da top ayağındayken topu bir an önce oyuna sokmaya çalışmasıdır. Topu oyuna geriden hızlı sokabilmek ofansif organizasyon için o kadar büyük bir nimettir ki; Ömer Toprak’ın oyun stilini göz önüne getirdiğinizde, oyunun devamlı akmasına olan katkısını bu bağlamda çok daha iyi anlayabilirsiniz. Semih eğer topu ayağında eveleyip geveleseydi, bu birkaç saniyelik gecikme oyunun akıcılığını sekteye uğrattığı gibi rakibin yerleşip, kademesini almasına da olanak sağlayacak, böylece Galatasaray’ın hücum organizasyonu büyük ölçüde zarar görecek; belki de olgunlaşamadan bitmiş olacaktı.
İki futbolcu ne kadar uyumlu olurlarsa olsunlar, asıl mesele bütün takımın bu uyumdan ne alabildiğidir. Olaya bu açıdan bakarsak eğer, Semih-Ujfalusi kombinasyonunun Ujfalusi’ye faydasının, Ujfalusi’nin Semih’e olan faydasından kat ve kat daha büyük olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Semih Ujfalusi’ye uydukça, Ujfalusi de hiç bir ekstra çaba sarf etmeden kendisini sadece oyuna veriyor. Böylesi bir tecrübenin kendisini oyuna vermesi ve sadece oyunu düşünmesi o kadar önemlidir ki; geçen sene Barış ve Sarp’la oynamak zorunda kalan Ayhan’ın yerine kendinizi koyduğunuzda bu durumu çok daha iyi anlayabilirsiniz. Her ne kadar belki çok sağlıklı bir örnek verememiş olsam da, hani bazen deriz ya ‘’Böylesi bir futbolcunun etrafında bu oyuncular olursa eğer, adam ne yapsın; tabiî ki de sırıtır’’ diye, işte bunun nedeni anlatmaya çalıştığım bu olaydır. Bir futbolcu kendi oyununa konsantre olabilmekten evvel, arkadaşlarının gediklerini kapatabilme derdine düşmüşse; kendi özünü kaybetmiş, ruhunu da çimlere gömmüş demektir. Çünkü o futbolcu başka rollere soyunduğu için artık kendisi değil, başkası olmuştur. Bu yüzden Semih’in Ujfalusi’ye bağımlı olma bilinci, topu ayağında eveleyip geveleyen ve savrukça hareket eden bir defans oyuncusu kimliğine bürünseydi, bu taktirde Ujfalusi de Semih’in açıklarını kapatabilmek uğruna her pozisyonda devamlı kendi bölgesini boşaltıp, Semih’in kademesine girmeye çalışan bir yardımcı stopere dönüşürdü. Yani Ujfalusi başkalaşırdı. Ujfalusi kendi yerini terk ettiğinde ise emin olun ki Hakan Balta da sürekli adam kaçırırdı; bu da rakip takım için ‘’pozisyon ve gol’’ demek olurdu. Nereden nereye… Bütün bu ihtimalleri göz önüne getirdiğimizde aslında takım savunmasının da birbirini tamamlayan halkalardan oluştuğunu görüyoruz. Nitekim Hakan Balta geçen sene kaçırdığı adamları bu sene kaçırmıyorsa, bunun en büyük sırrı da yanındaki Ujfalusi faktörüdür. Çünkü Ujfalusi figüranlığa değil, sadece kendi oyununa yani savunmadaki beyin görevine odaklandıkça, hem takım savunması tecrübeli bir lider tarafından gereği gibi organize ediliyor, hem de buna bağlı olarak mevcut hata potansiyeli minimuma indirgenmiş oluyor. Böylesi bir tablonun muazzam derecedeki katkısı ise Galatasaray’ın bütün oyun planına yansıyor. İşte bu noktaya gelesiye kadar halkaları geriye doğru sardığımızda, Semih’in bu bağlamda Ujfalusi’ye ve dolaylı yoldan da Galatasaray’a olan faydasının ne derece büyük bir önem arz ettiği gerçeği ortaya çıkmış oluyor.
Selçuk Melo uyumunu ele aldığımızda ise ilk haftalarda son derece uyumsuz olduklarını söyleyebiliriz. Çünkü oyun bir türlü akmıyordu Galatasaray’da. Trabzon’da sürekli akan bir oyundan, kendisine atılan her topun yeni bir maceranın başlangıcı olduğu bir takıma gelmişti Selçuk. Zira biraz gerisinde oynayan Melo pası verip Colman gibi öne hareketlenmek şöyle dursun, rakibe çalımı bastığı gibi orta sahayı geçiyordu. Takım dikine oynayamadığı için Melo bu yola mecburiyetten başvursa da, aslında kendisinden istenen defansa gömüldükten sonra çalımla öne kat etmesi değil; Selçuk’la dönüşümlü olarak yer değiştirip topsuz alanda öne hareketlenmesiydi. Ki bu süreçte Selçuk’un Melo’dan en büyük beklentisi de buydu. Fakat böyle olmayınca Rıdvan Dilmen’in altını çizdiği ''Selçuk’la Melo yer değiştirsinler'' söylemi doğal olarak haklı çıkıyordu. Ancak Fatih Hoca’nın bu süreçteki asıl derdi bu değil; Selçuk ve Melo’ya eşlik edecek o üçüncü futbolcuyu bulabilmekti. Sabri denendi, Eboue denendi ve nihayet Engin’de karar kılındı. Engin bu görevde başarılı da oldu. Ancak bu sefer de ceza sahasına hareketlenmeyerek, oyundaki akıcılığı sekteye uğratan mevcut kanat problemi gerçekte var olan en büyük zafiyeti herkese gösterdi. Aslında her ne kadar Selçuk’un Trabzon’da ilk topları alan kimliği, Fatih Terim’le birlikte ofans-defans dengesini sağlama gibi ağır bir sorumluluğa dönüşmüş ve Selçuk da bu yüzden bir bocalama devresi yaşamış olsa da; eğer önünde bir Jaja olsaydı yine de bu kadar vasat gözükmezdi ilk haftalarda…
Ne zaman ki sistem değişerek Selçuk’la Melo yan yana oynamaya başladı; işte o zaman bu iki kaliteli ön liberonun saha içi görev dağılımı da haliyle dengelendi; iki ay boyunca zaten birbirlerinin özelliklerini tanıma devresini atlatan bu ikili gerçek görevlerine soyununca, Galatasaray da çok sağlam bir orta saha göbeğine kavuşmuş oldu. Buradaki en önemli faktör ise Baroş’un oyuna dahil olmasıyla birlikte Selçuk’un ağır sorumluluğunun bir kısmını Melo, daha büyük bir kısmını ise Elmander ile paylaşarak rahatlamış olmasıydı. Nitekim Selçuk rahatlayınca kendi esas görevine döndü; ilk ya da ikinci topları alıp gerçek bir pasör gibi topu oyuna soktu. Halbuki orta sahada üçlü oynarken Fatih Terim tarafından Selçuk’a o kadar ağır bir görev verilmişti ki; bir tarafta gerisindeki Melo’ya yardım etmesi beklenirken, aynı zamanda da yanında Sabri, Riera ve Kazım’ın olmasına ve oyunun da bir türlü akmamasına karşın ofansif yaratıcılık adına bütün gözler kendisinin üzerine çevrilmişti. Baroş’tan yoksun bir Elmander de rakip savunmayla tek başına boğuşmakla meşgul olunca Selçuk’a atılan her top yeni bir maceranın başlangıcı oluyordu bu yüzden. En azından sağdan ceza sahasına doğru koşarak hareketlenen bir Jefferson Farfan olsaydı Galatasaray’da, bu kısır hücum organizasyonuna rağmen uzun toplarıyla parlayan ilk isim yine Selçuk olurdu. Ancak ne var ki böylesi bir tabloda ofansif yaratıcılığı Selçuk’un üzerine yıkıp, kendisinin bir Colman olmasını umut etmek bana kalırsa Fatih Terim’in ilk haftalardaki en büyük yanılgısıydı. Çünkü Selçuk bir Colman değil, topu oyuna sokan iyi bir pasör, iyi bir ön libero, en fazla ise yardımcı ön liberoydu sadece... Ve sırf bu yüzden sezon başında Selçuk Galatasaray’a geldiği halde Melo’yu transfer edip, Galatasaray’ı tek ön libero oynatmanın mantığına bir türlü akıl sır erdiremiyordum. Selçuk ve Melo aynı anda sahada olacaksa eğer, ikisini de yan yana oynatmaktan başka bir alternatif yoktu çünkü…
Baroş oyuna dahil olduğunda ise hem Elmander gerçek mevkisi olan forvet arkası pozisyonuna geçti, hem de Selçuk üzerindeki ağır yükü Elmander’e bırakıp Melo’nun yanına kayarak esas görevine soyundu. Böylece sezon başından beri üzerinde titrenen 4-1-4-1 sistemi Beşiktaş maçında da çare olmayınca, Fatih Hoca’nın cesurca başvurduğu Baroş hamlesiyle birlikte bütün takımın çehresi de birdenbire değişmiş oldu. Fatih Terim hem kendi özüne dönmüş hem de bir taşla üç kuş vurmuştu. Bu da aynı zamanda Galatasaray omurgasının tamamlanması ve gerçek anlamda kendisini bulması anlamına geliyordu. Yine de bana kalırsa 4-4-2 tercihi cesur bir karar değil, daha en başından beri uygulanması gerekenin ta kendisiydi. Asıl cesur hamle ise Fatih Terim’in Emre Çolak tercihindeki ısrarıydı. Çünkü her ne kadar Engin gördüğü kırmızı kart yüzünden bu geçiş döneminde arada kaynasa da, özellikle Riera’nın formsuzluğu sonrasında sol kanatta oynayabilecek en büyük aday da kendisiydi. Ancak Emre’nin hakkını da teslim edelim. Çünkü esas mevkisi sol kanat olmasa da, burada oynarken orta sahaya yapmış olduğu yardım gerçekten de kayda değerdi; takdire şayandı…
Buradan Elmander Baroş uyumuna geçtiğimizde ise son derece şaşırtıcı bir gerçekle yüzleşmiş oluruz. Çünkü çıktıkları ilk 90 dakika olan Fenerbahçe maçında sanki 20 yıldan beri aynı alt yapıda yetişip, aynı takımda oynayan bir birlikteliğin izlenimini verdiler bizlere. Tıpkı Xavi ve Iniesta’nın aynı ortak dansı icra etmeleri gibi… Bunun literatürdeki adı doğaçlama gelişen, spontane bir uyum olsa da, aslında işin teorik kısmına eğildiğimizde birbirlerinin özelliklerini tamamlayan unsurları kendilerinde barındırmalarından daha çok, futbolda uyum adına gereken asıl meselenin ‘’durum bilgisi’’ kavramı olduğunu cümle aleme gösterdiler; adeta deşifre ettiler. Öyle ki Elmander beş sene öncesinden Baroş gibi bir partnerle buluşabilseydi; bu taktirde kariyerinde Bolton gibi takımların adı olmaz; en kötü Valencia ayarındaki kulüplerde forma giyerdi şu anda. Hatta o kadar ki İsveç Milli Takımı yetkilileri Elmander-Baroş uyumunu canlı olarak görselerdi, Milli kamp öncesinde İbrahimoviç’e Baroş’un kasetlerini izlettirmeyi bile ciddi ciddi düşünebilirlerdi. Belki biraz abarttığım kanısına varabilirsiniz, ancak ben bireysel kaliteden değil, ikili uyumdan söz ediyorum. Mesela bu bağlamda meşhur olan Nihat-Kovacevic ikilisini ele alırsak, Nihat’ın partneri Kovacevic değil de sözgelimi Adebayor olsaydı; Real Sociedad bırakın şampiyonluğu belki de ilk üçe bile giremezdi. Kaldı ki Adebayor’un kalibresi Kovacevic’ten birkaç gömlek de yukarıdadır. Nihat ve Kovacevic’in elle tutulur bir ikili olmasının nedeni sadece birbirlerinin özelliklerini tamamlamalarından dolayı değil, Nihat’ın top ayağındayken oyundan algıladığı ile Kovacevic’in topsuz alanda oyundan algıladığının aynı olmasından; bir başka deyişle oyunun o anındaki akışını ortak yorumlamalarından dolayıdır. Zaten aynı frekansta olmaları yüzünden bu ikili bu kadar meşhur olmuştur. Yoksa özellik bakımından Rooney ile Berbatov da birbirlerini tamamlarlar. Rooney topu ayağında saklayabilen, yaratıcı ve yetenekli bir forvet iken, Berbatov son vuruşları iyi, bitirici bir santrafordur. Ancak sadece bu yetmez. Tıpkı Nihat Kovacevic ikilisi gibi kendi aralarında ortak bir dil de geliştirmeleri gerekir.
Futbolda durum bilgisi her ne kadar oyun bilgisiyle direkt olarak alakalı olsa da tecrübe ve bu tecrübenin futbolcuya kazandırmış olduğu alışkanlıklarla daha çok ilintilidir. Bu durumu bir örnekle açıklamak gerekirse; Son çizgi yakınlarında takım arkadaşının, rakibini ekarte ettiğini gören bir forvet, hemen ön direğe doğru koşu yaparak arkadaşından gelecek kavisli ortayı tek vuruşla gole çevirmeyi hesap eder. Ki teoride doğru olan da budur. Hatta alt yapı hocaları hücum futbolcularına pratik eğitim verirken, onlara şöyle derler: ‘’Arkadaşının kenardan rakibe çalım attığını görür görmez hemen ön direğe yönel.’’ İşte vermiş olduğum bu örnek bir forvetin teoride yapması gereken ilk eylemidir ve tamamen oyun bilgisiyle alakalıdır. Ancak aynı pozisyonda ön direk rakip tarafından sağlam bir kademeye maruz kalmışsa, bu sefer oraya doğru hareketlenip gol üretmeye çalışmanın bir esprisi de olmayacaktır. Böylece ceza sahasında bekleyen forvet oyuncusu, diğer takım arkadaşlarının konumu, kendisine olan yakınlığı; çevresini saran rakip futbolcuların sayısı, onlarla olan mesafesi; topun hareketliliği ve kaleye olan açısı; çalım atıp biraz sonra orta yapacak olan arkadaşının kendisine göre arkada ya da önde olması, kalecinin pozisyonu, hatta rüzgarın yönü gibi birçok denklemi aynı anda yorumlayıp, ne yapması gerektiğine dair anlık bir karar alması gerekecektir. İşte forvet oyuncusunun bundan sonra yani o orta açılmadan önce yapacağı ilk hamle, oyunun o andaki akışına göre geliştirmiş olduğu durum bilgisinin bir ürünüdür. Böylesi bir pozisyon örneğinde o kadar çok alternatif vardır ki; birkaç tanesini sıralamak gerekirse;
1) Forvet oyuncusu rakip futbolcuların konumuna göre uzak köşe boştaysa arkaya doğru, göbek boştaysa dışa doğru kaçar.
2) Ceza sahasına koşuyla giren bir takım arkadaşı varsa, arkadaşı sağdan geldiği taktirde sola doğru, soldan geldiği taktirde sağ doğru koşar; ortadan geldiği taktirde ise geriye doğru yalancı koşu yapar.
3) Kalecinin önünde durup o bölgede bir kümelenme oluşturur, böylece 2. toplarda arkadaşlarına şut şansı sağlar.
4) Topun kaleye olan açısı iyiyse, çalımı atan arkadaşının şut çekebilmesi için uzak köşeye ya da dışa doğru hareketlenir.
İşte tüm bu olasılıkları anlık yorumlayabilmek, tamamen durum bilgisiyle alakalıdır. İşin enteresan boyutu ise forvet oyuncusu mevcut şartlara göre en iyi eylemi gerçekleştirmiş olsa bile, eğer orta yapacak olan arkadaşı o anda farklı bir düşünce içerisine girmişse aralarında bir uyumsuzluğun oluşacağıdır. Dolayısıyla uyumlu olabilmenin sırrı, alternatifler arasındaki en iyi tercihi görebilmek değil, iki futbolcunun birbirlerinin düşüncelerini okuyarak aynı anda ortak bir karar geliştirmelerinde saklıdır. Ceza sahasındaki forvet belki de çok saçma bir yere koşu yapar; (çünkü onun için o anda verilebilecek en iyi karar odur.) Çalımı attıktan sonra ortayı yapan futbolcu için de o anda başvurabileceği en iyi karar aynıysa pozisyon gol olabilir. Böylece iki futbolcu arasında bir uyum oluşmuştur; çünkü aynı anda aynı şeyi düşünerek ortak bir dille birbirlerine hitap etmişlerdir. Peki ya iki futbolcu da aynı anda en iyi olasılığı düşünmüş olsalardı; yani oyunun o andaki akışını yorumlayabilmekteki durum bilgileri en üst seviyede ve aynı olsaydı; işte o zaman sadece uyumlu olmazlar; tarihin efsane ikilileri arasında yerlerini alırlardı. Bir futbolcunun adı söylendiğinde, diğerinin adının hemen arkasından söylenedurduğu futbolculardan olurlardı. Yoksa Rooney ve Berbatov ikilisi de özellik bakımından çok uyumludur. Ancak ne var ki Rooney ismini söylerken akla Berbatov gelmez.
Durum bilgisine sahip olan futbolcuların genellikle sezgisel tecrübeleri son derece gelişmiştir. İnzaghi, Baroş, Semih Şentürk gibi forvetler bu yüzden çok özeldirler ve sırf bu özellikleri dolayısıyla yıllarca vazgeçilmez olabilirler ve olmuşlardır. Çünkü maçın anlık akışını okuyabilmek o kadar büyük bir kozdur ki, oyun kilitlendiği zaman bu gibi futbolcuların bir adım öne çıkmaları kuvvetle muhtemeldir. Yedek kalmışlarsa da, teknik direktörler maçı döndürebilmek için hep bu tarz futbolcularla oyuna müdahale etmek isterler. Baroş’un oyuna sonradan dahil olup, penaltı yaptırarak ya da o kadar kalabalığın arasından topla buluşup gol atarak maçın şeklini biranda değiştirmesi, işte bu yüzden bir tesadüf eseri değildir. Fakat futboldaki asıl ustalık bu gibi oyuncuları yedek bekletip, maçın kaderini değiştirebilmek adına onlara sonradan şans vermek değil; zaten durum bilgileri yüksek iken, onların yanına kendileriyle aynı dili konuşabilecek bir partner bulup, ikisini birden ilk 11’de oynatabilmektir. Zira bunun getirisi çok yüksek olacaktır. Maçın kilidi son 20 dakikada değil, maçın başlamasıyla birlikte her an çözülebilecektir. Bu yüzden Elmander’in Baroş’a kavuşmasından ziyade Baroş’un 4 yıl sonunda nihayet uyumla anlaşabileceği bir partnere yani Elmander’e kavuşmuş olması benim açımdan çok daha anlamlıdır.
Bugün Baroş formsuz olması ve girdiği pozisyonları cömertçe harcaması yüzünden eleştiriliyor. Kolay değil, ilk 11’e aşina olmuş bir futbolcunun sezon başından beri yedek kalmasının her şeyden evvel mental açıdan bir bedeli vardır. Bu durum 12 hafta yedek bekleyen Kazım’ı 13. haftada sahaya sürüp, ondan bir patlama beklemek gibi bir şeydir. Kaldı ki Baroş formsuz olmasına rağmen Elmander’le oynadığı dört maçta kendisiyle muazzam derecede bir uyum yakalamıştır. Peki ya hiç düşündünüz mü, Baroş eski formuna kavuştuğunda Elmander’le aralarında olan uyumun 9 şiddetinde bir depreme yol açacağını ve bu depremle birlikte rakip defansın hallaç pamuğu gibi ortalığa savrulacağını? İkinci yarıdaki bu temaşayı kaçırmayın derim ben…
Eğer Baroş’un yerinde gol vuruşları Tanju Çolak ayarında çok düzgün olan bir futbolcu olsaydı, Elmander’le belki böylesi bir uyum yakalanamayabilirdi. Kaldı ki gol vuruşunu yapabilmek için her şeyden evvel pozisyona girmek gerekir. Uyumsuz olduktan sonra pozisyona girebilmek de haliyle güçleşecektir. Bu yüzden ben kesinlikle Elmander Baroş uyumunu bozmak istemezdim. Bu bölgeye alınacak futbolcunun her ne kadar Baroş’la aynı kalitede olmasını istesem de, asıl amacım onu Baroş’un yerinde oynatmak değil, sadece Baroş’a alternatif sunmak olurdu.
Kısaca toparlamak gerekirse, Baroş’un ilk 11’de başlamasıyla birlikte Elmander gerçek mevkisi olan forvet arkası pozisyonuna geçti. Böylece rakip savunmayla boğuşma görevini Baroş’la paylaşarak hem rahatlamış oldu; hem de özelliklerini daha fazla sergileyebilme imkanına kavuştu. Tüm bunlar vuku bulurken işin en can alıcı noktası ise aralarında var olan mükemmel uyumdu. Baroş’un oyuna dahil olmasıyla sadece Elmander’in değil, Selçuk’un da görevi değişti. Selçuk Melo’nun yanına kayınca esas görevine soyundu. Daha önce ofansif yaratıcılık adına bütün gözler kendisinin üzerindeyken, sistemin değişip orta sahanın ikiliye dönmesiyle birlikte Selçuk ilk ve ikinci topları alıp gerçek bir pasor gibi oyuna soktu. Bu arada sezon başından beri Melo ile birbirlerini tanımış olmanın getirdiği avantajla birlikte iki kaliteli ön libero sayesinde orta saha göbeği de son derece sağlam bir kıvama erişti. Zaten defansta Semih Ujfalusi ikilisi oturmuşken, Baroş’un aktif rol alması hem Elmander’i hem de Selçuk’u gerçek bölgelerine kaydırmış; böylece bir taşla üç kuş vurulmuş ve Galatasaray’ın omurgası da tamamlanmıştı. İşte başarının sırrı da bana kalırsa buydu. Bu süreçte Eboue Kazım ile uyumsuz, fakat bireysel olarak hem defansif hem de ofansif anlamda çok iyi idi. Hakan Balta ise Emre Çolak ile uyumsuz, defansif anlamda iyi, ofansif anlamda ise vasattı. Kazım kanaatimce en zayıf halkaydı ve ne oynadığı daha doğrusu ne oynamaya çalıştığı belli değildi. Emre ise orta sahaya yapmış olduğu yardımla göz doldurdu; ancak belki esas mevkisi orası olmadığı için olacak ki ofansif katkısı, özellikle de kanat bindirmeleri yetersizdi.
Şimdi buraya kadar uzunca ahkam kestikten sonra esas konuya yani ara transfer dönemine gelelim. Öncelikle ele alınması gereken en büyük faktör eksik gözüken mevkilerdir. Önem açısından sıralamak gerekirse, bunların sağ kanat, sol kanat ve sol bek pozisyonları olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar transferler uzun ve kısa vadeli planlarla yapılmak istense de genellikle ara transferler kısa vadeli düşüncenin ürünleridir. Bu yüzden nokta atışı olmalıdırlar. Bu bağlamda Galatasaray’da bir sağ kanat, hatta Yekta’nın sakatlığından sonra bir sağ kanat alternatifsizliği varken; orta sahaya bir futbolcu almaya çalışmak son derece komik olur. Transfer stratejisinde eksik mevkilere futbolcu ararken, kesinlikle kesilmemesi gereken yabancı futbolcuları bozmamak gerekir. Yabancı futbolcuları 6 yabancı kontenjanına göre almak, yerli futbolcu alınırken de eksik mevkilerdeki yerli futbolculardan daha kaliteli olmaları halinde onları transfer etmek bu stratejinin diğer önemli unsurlarıdır.
Galatasaray’ın yabancı futbolcularını ele aldığımızda benim açımdan kesinlikle kesilmemesi gereken 4 futbolcu vardır:
1) Savunmadaki liderliği yüzünden Ujfalusi.
2) Defans ve ofans dengesini başarıyla yerine getirmesinden dolayı Eboue
3) Aralarında yakalamış oldukları mükemmel uyumdan dolayı Elmander ve Baroş.
Zaten dikkat ederseniz bu futbolcuların yerine yerli bazında oynatabileceğiniz bir futbolcu da yoktur. Burak Yılmaz her ne kadar formda olsa da Elmander’le uyumlu olup olamayacağı tartışılır; kaldı ki Burak’ın alınması şu aşamada bir ütopyadır zaten…
Kesilmeyecek yabancı futbolcuları belirledikten sonra geriye Muslera, Melo ve Riera kalıyor. Riera’nın şu aşamada ilk 6’ya giremeyeceğini düşünürsek aslında sadece Muslera ve Melo üzerinden yorumlarda bulunmamız gerekiyor. Muslera gerçekten çok yetenekli bir kaleci, fakat kontenjanı genişletmek amacıyla Türk statüsünde öyle bir kaleci transfer edilmeli ki; Muslera’yla tıpkı Rüştü ve Cenk’in dönüşümlü olarak oynadığı gibi oynayabilsin. Yanlış anlaşılmasın düşüncem Muslera’yı kenara çekmek değil, nokta transferler yaparken maksimum yabancı hakkımı görebilmek sadece… Olaya bu açıdan baktığımızda Muslera’nın yanına yaklaşacak seviyedeki kalecinin Sinan Bolat olabileceğini söyleyebiliriz. Eğer Sinan alınabilirse, bazı maçlarda Muslera’nın yerine forma giyebilir. Böylece bir kontenjan boşa çıkacağı için Fatih Terim’in yabancı tercihindeki alternatif hakkı da çoğalmış olur.
Melo’ya alternatif isim ise kendi içimizdeki Selçuk’tur. Selçuk Melo’nun ilk topları alma görevini layıkıyla yerine getirebilir ki zaten geçen sene Trabzon’da da bu vasfıyla öne çıkmıştı. Sivas maçında Melo’nun cezalı olması sebebiyle orta saha göbeğinde Selçuk Engin ikilisi görev almıştı. Hem son derece uyumlu hem de daha ofansif gözüktüler ta ki Engin’in Sivas kalecisine o kafayı atmasına kadar… Hatta Uğur Meleke bu uyumu överken, Engin’in gördüğü kırmızı karta atıfta bulunarak ‘’2014 Dünya Kupası’nda Türk Milli Takımı’nın değişmez ikilisi olacakken...’’ şeklinde bir yorumda bile bulunmuştu. Gerçekten de o maçta Selçuk ve Engin mükemmel oynamışlardı. Bu yüzden ben Melo’yu vazgeçilmez bir futbolcu olarak görmüyorum. Hatta Galatasaray’da Melo’nun yerine rahatlıkla oynayabilecek bir Selçuk İnan faktörü varken, Melo’nun bonservisinin alınmasına da pek sıcak bakmıyorum. Evet şu anda Selçuk ve Melo ikilisi sağlam bir orta saha göbeği oluşturdular ve uyumlular. Ancak ben Melo’yu oynatmaktansa, Selçuk’un daha çok uyumlu olduğu ve daha ofansif olan Selçuk Engin ikilisini orta sahada görmek isterim. Böylece üç eksik mevki için bir yabancı kontenjanı daha açılmış olacaktır. Bu durum o kadar önemli bir detaydır ki; sağ kanat, sol kanat ve sol bek pozisyonu için transfer edeceğim Türk futbolcularının sayısı son derece kısıtlı olmasaydı, emin olun ki ben de bu hesaplara hiç kafa yormazdım.
Aslında uzun vade düşünüldüğünde birçok genç Türk futbolcusu transfer edilebilir. Fakat biraz önce de dediğim gibi ara transferde esas olan, kısa vadeli politikadır. Futbolcunun gelişim göstermesini beklemek yerine onu transfer ettiğin gibi ilk 11’e koyabilmen gerekir. Bu açıdan baktığımızda mesela sol bek için transfer edilebilecek bir Türk futbolcusunun olmadığını görüyoruz. Demek ki boşa çıkardığımız 2 yabancı kontenjandan bir tanesi bu bölgeye ayrılmalı. Buraya öyle bir futbolcu transfer edilmeli ki, tıpkı Eboue gibi ofans ve defans dengesini sağlayabilsin. Buradan bu sonuca varıyoruz. Mesela Taye Taiwo bu bölgeye düşünülebilir en azından kiralanabilir. Arda gittiğine, Hamit ise alınamayacağına göre sağ ve sol kanatta direkt olarak oynayabilecek tek Türk futbolcunun da Gökhan Töre olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda da bir yabancı kontenjanını diğer kanada ayırmak gerekiyor ki benim favorim gerçek mevkisi sağ açık olmasına rağmen santrafor da oynayabilen Jefferson Farfan’dır. Böylece hem Kazım yedeğe çekilebilecek, hem de ileride Baroş’a alternatif olabilecek bir futbolcu transfer edilmiş olunur. İşin enteresan boyutu ise Farfan’ın sözleşmesinin sezon sonunda biteceğidir. Dolayısıyla 6 ay sonra bonservisini eline alacaktır. Bu yüzden astronomik olmayan bir meblağa karşılığında kulübü tarafından kendisine izin çıkabilir. Eboue’nin Afrika Kupası’na gidecek olmasıyla boşalacak sağ bek pozisyonuna Ujfalusi’nin geçmesini istemem. Çünkü Semih Ujfalusi ikilisini bozmak hiç akıl karı bir iş olmaz. Bu yüzden daha önce Galatasaray’dan neden gönderildiğini anlayamadığım Uğur Uçar’ın tekrar yuvaya dönmesini arzu ederim. Sabri sakatlanmamış olsaydı da bunu isterdim. Hatta kademesi daha iyi olduğundan Sabri’nin yerine Uğur’u oynatırdım ben…
Kısaca kaleye Sinan Bolat’ın, sağ beke Uğur Uçar’ın, sol kanada Gökhan Töre’nin, sağ kanada Farfan’ın ve sol beke de Taye Taiwo’nun alınmasını isterdim. Böylece Ujfalusi, Eboue, Elmander ve Baroş’un sahada olması kaydıyla, maçın önemine ve zorluğuna göre Muslera ya da Sinan, Hakan Balta ya da Taye Taiwo, Melo ya da Engin, Kazım ya da Farfan değişerek oynarlardı. Hatta Farfan forvet de oynayabildiği için Elmander ya da Baroş’a alternatif de olabilirdi. Bu şekilde hem çok güçlü bir yedek kulübesi oluşturulabileceği gibi hem de rekabetçi ortam sayesinde takımın genel performansı son derece üst seviyeye çıkabilirdi. Mesela Galatasaray kendi sahasında Ankaragücü’ne karşı aşağıdaki gibi ofansif bir kadroyla çıkabilecekken;
-----------------------Sinan--------------------
Eboue-------Semih-------Ujfalusi-------Taiwo
Farfan-------Selçuk-------Engin-------Gökhan
-------------Elmander-------Baroş-------------
Play off mücadelesinde Galatasaray’a beraberliğin yeteceği Fenerbahçe deplasmanına da şu kadroyla çıkabilirdi:
-----------------------Muslera-------------------
Eboue-------Semih-------Ujfalusi-------Hakan
Gökhan------Selçuk-------Melo---------Engin
-------------Elmander--------Baroş------------
Ancak bu 5 futbolcunun hiç birisi alınamayacak da olsa, benim yine de özellikle alınmasını istediğim tek futbolcu Kazım’ı kesebilecek, forvette de oynayabilecek olan Jefferson Farfan olurdu. Bir taşla iki kuş misali…
Sevgiler...