Makale Yaz
Bu haberi yazdır
Ne ses kaldı ne ciğer...
 Şub
29
 2012

Hakem son düdüğü çaldığında bedenimdeki bütün kanın koskocaman bir şırınga tarafından yavaş yavaş çekildiğini hissettim...

Galatasaray Beşiktaş maçına ben de gittim. O tribünlerde ben de oturdum; Aslantepe'nin o efsunlu havasını ben de teneffüs ettim. Cebinde fazla parası olup da o atmosferi göremeyenler varsa içinizde; acırım ben onlara. Fakat cebinde fazla parası olmayanlara da daha çok acırım elbette...

Lakin maçtan sonra esas acınacak olan bendim arkadaş. Benim o halimi görseydiniz, ya yanıma gelip hüngür hüngür ağlardınız; ya da savaştan gazi çıktığımın halüsinasyonuna kapılıp, bana hayali madalya takmaya kalkardınız... Sanki Necip'in tekmesini ben yemişim; Selçuk'un ortasına da tribünden kafamı uzatıp ben vurmuşum; O 90000 metreyi de ben koşmuşum. Yalan yok: Ne ses kaldı; ne ciğer... Ne gözyaşı üretecek sıvı kaldı göz pınarlarımda, ne de ayakta duracak mecal... Dizlerimin bağı çözüldü adeta... Kendime yeni yeni geliyorum. Gerisi laf-ı güzaf...

Halbuki tek yaptığım (içerisinde küfür olmadığı için) bütün tezahüratlara eşlik edip tempo tutmak ve top Beşiktaş'a geçtiğinde de ıslık çalmaktı. Sadece bu kadar... Fakat içimde heyecan, sevinç ve stresler eşliğinde artık nasıl dinamitler patlıyorsa; bu genç yaşımda kalbim duracak noktaya geliyor her defasında. Bu yüzden sezon boyunca ya bir kez ya da iki kez gidiyorum stadyuma; bilemedin üç... Gerçekten çok farklı arkadaş. Televizyondan izlemekle, o ana bizzat tanıklık etmek; aşkı tarif etmekle, aşkı yaşamak gibi bir şey... Ve aşk her zaman dayanılır değildir. Benden söylemesi... Eğer aşkın dayanma sınırını çatlatırsanız, yapmak istediğiniz hiçbir şeyi yapamazsınız; tamamen kilitlenirsiniz. Bir sonraki aşama da zaten ölümdür. Bu durum aynen şuna benzer: Siz küçücük bir su damlacığıyken, aşk okyanusunun içine düşmemiş; o koskocaman okyanus sizin üzerinize atılmıştır; siz de onun içinde kaybolmuşsunuzdur. İşte Galatasaray Beşiktaş maçı böyle geçti benim için. Ta ki Necati'nin çıkıp, Riera'nın oyuna dahil olmasına kadar...

Fatih Hoca yine Fatih Hocalığını yapınca; o anda sanki birisi bana tokat atarak beni rüyamdan uyandırdı ve beni gerçeğin o soğuk, buz kesen katı haliyle yüzleştirdi. Kendime geldiğimde ''Ah Fatih Hoca'' dedim, ''yine yaptın yapacağını''

Oysaki her şey ne kadar akılcı ne kadar pratik başlamıştı. İlk yarıdaki taktik anlayış o kadar basit ve yalındı ki; defans bloğu önde kuruluyor, maçtaki tek özgürlük ise Engin'e veriliyordu. Engin ortaya yöneldiğinde Eboue de önündeki boş koridoru son çizgiye kadar kullanıyordu. Eboue sağ bek mi, yoksa sağ açık mı belli değildi. Top bizdeyken bir nevi 3-5-2'ye dönüyordu Galatasaray... Beşiktaş'ın olası hızlı ataklarında da Eboue'nin boşalttığı bölgede kademeye ilk girecek futbolcu Semih olacaktı. Aslına bakılırsa top Galatasaray'dayken Fatih Hoca'nın kafasındaki oyun planı gözü pek olduğu gibi, bir o kadar da riskliydi. Çünkü Beşiktaş'ın ana düşüncesi topu kanatlara hızlıca aktarabilme üzerine kuruluydu. Top kanatta tutulacak, daha sonra da önde çoğalanılacaktı. Bu yüzden Beşiktaş için çok müsait bir ortam oluşmuştu gole ulaşabilmek adına. Geriden kanada atılacak isabetli uzun bir top bile Semih'i zor durumda bırakarak, Galatasaray gafil avlanabilirdi. Ancak bu olmadı. Neden?

Çünkü Galatasaray topu kaybettiğinde Engin sağ kanada kaymadı; ortada kalıp prese katıldı. Defans da geriye kaçmayınca Melo, Selçuk ve Engin arasındaki mesafe açılmadı. Bu yakın kümelenmeye Necati de dahil olduğunda hem preste başarılı olundu; hem de Beşiktaş'ın orta üçlüsüne muazzam bir üstünlük sağlandı. Beşiktaş bırakın top yapmayı, kanatlara doğru efektif tek pas bile atamadı. Galatasaray hücum preste başarılı olamadığında ise Engin hemen sağ kanada kaydı. Galatasaray klasik 4-4-2'ye dönerek alan savunmasına geçti. Futbolcular o kadar iyi pozisyon aldılar ki; Beşiktaş'ın bütün pas alternatiflerini tıkadılar. Özellikle Melo ve Selçuk bu yönleriyle kusursuza yakın oynadılar. Resmen duvara çarpıp geri döndü Beşiktaş. Evet, Galatasaray fazla pozisyona giremedi ama oyun taktiği açısından Beşiktaş'ı ilk yarıda ezdi geçti.

Galatasaray adına ilk devredeki tek handikap ise Beşiktaş'ın da savunmayı önde kurma çabasına karşın bundan istifade edemeyişiydi. Emre Çolak'ın savunma arkasına kaçabileceği çok müsait pozisyonlar vardı. Fakat Emre sol kanatta Kazım gibi statik kalınca bu fırsatlar değerlendirilemedi. Her ne kadar Engin'e verilen özgürlük gereği Emre'nin kanada mahkum bırakılması Fatih Hoca'nın bir talimatı olsa da, ''oyunun o andaki akışını okuma'' becerisi de tecrübeyle açıklansa gerek...

İkinci yarıda ise Galatasaray daha kontrollü oynayacaktı. 4-4-2 ile alan savunmasına geçilip, hücum pres önde değil; daha geride yapılacak ve Beşiktaş da burada durdurulacaktı. Fakat bunda muvaffak olunamadı. Beşiktaş ilk baskıyı görmeyince orta sahayı daha rahat geçmeye başladı ve Quaresma'nın bireyselliğiyle beraberliği yakaladı. Hemen akabinde Selçuk'un Melo'ya enfes pasıyla Galatasaray tekrar öne geçti. Bu gol çalışılmış bir organizasyonun ürünü müydü; bilmiyorum. Fakat o anda ben henüz rüyamdan uyanmamış olduğum için bu durumu hiç düşünmemiştim bile... Ki bu hal 12 dakika daha sürecekti...

Melo golü attığında Beşiktaş'ın üzerimize gelmekten başka şansı kalmamıştı. Nitekim İsmail Köybaşı'nın yerine oyuna Mustafa Pektemek dahil oldu. Böylece zaten yorgun olan Beşiktaş riske girdiğinde geri dönmekte zorlanacak; Galatasaray skoru 3-1'e, 4-1'e taşıyabilecekti. Bütün stadın beklentisi de bu yöndeydi. Ancak Beşiktaş Mustafa'nın girişiyle bir ara öyle bir baskı kurdu ki Galatasaray 5 dakika boyunca kendi sahasından çıkamadı. Peki neden? Çünkü Beşiktaş orta sahayı çabuk geçiyor ve topu kanatlara rahatça aktarıyordu. İlk yarıda yapamadığı ana oyun planını ikinci yarıda gerçekleştiriyordu. Melo geri çekildi, Necati ilk yarıdaki direncini kaybetti. Emre'nin de sadece Hakan Balta'nın önünde pozisyon almasıyla orta saha Selçuk'a ve biraz da sağdan ortaya yönelen Engin'e kaldı. İlk yarıdaki o yakın kümelenme ortadan kayboldu. Aslında sorun Necati'nin oyundan düşmesi ya da Galatasaray'ın alan savunması yapması değildi. İlk yarıda da alan savunması dönem dönem yapıldı ve son derece başarılı olundu. Sorun Eboue'nin (belki de zorlanmasından ötürü) ileriye hiç çıkmayıp, Engin'in boşalttığı bölgeyi doldurmaması ve Melo'nun da fazla geriye gömülmesiydi.

Ben eskiden savunma bloğunu Ujfalusi'nin kurduğunu düşünürdüm. Hayır. Çıplak gözle çok net bir şekilde görülüyor ki; savunmayı tamamen Melo kuruyor. Melo öne çıkınca geri dörtlü de öne çıkıyor. Melo geride kaldığında ise bütün hat geride kalıyor. Benim önceki yazılarımda Melo'yu eleştirmemin sebebi de budur. Melo'nun her maç üç kere öne çıkıp bir gol atmasındansa, Selçuk'la dönüşümlü olarak yer değiştirip her atakta aktif rol almasını isterim ki kendisinde bu yetenek fazlasıyla da var. Zokora gibi sadece emniyet sübabı olmak Melo'ya hiç yakışmıyor.

Beşiktaş'ın oyun planını tıkamak için oyunu kanatlara aktaramaması, bunun için de orta sahayı rahatça geçmemesi gerekiyordu. Bu yüzden Fatih Terim'in yapması gereken Eboue ve Melo'yu öne çıkartıp Selçuk ve Engin'e yakınlaşmalarını sağlamaktı. Böylece Beşiktaş bir dirençle karşılaşıp burada durdurulacak; kazanılan her top da öndeki ikilinin boşluklarına atılıp; tıpkı Fenerbahçe maçı gibi neredeyse her atak pozisyonla noktalanabilecekti. Bir de bu anlayışın üstüne gardı düşen Necati'nin yerine oyuna Baroş sokulsaydı...

Fakat Fatih Terim çareyi bırakın taktik anlayışı, oyun sistemini değiştirmekte buldu. Riera girdi. Elmander ileride tek forvet bırakıldı. İşte o anda birisi tokat attı suratıma. O büyülü atmosfer bütün sesini içine yutmuş ve sessizliğe gömülmüş gibi geldi bana... O kadar kızdım; o kadar kızdım ki anlatamam. Fakat yine de ritmimi bozmadım. Taraf olmak bunu gerektiriyordu çünkü... O tezahüratlar da, o ıslıklar da devam etti...

Fatih Terim'in amacı orta alanı Riera ile kalabalıklaştırıp pas yapmak ve orta sahayı da bu şekilde ele geçirmekti. Aslında bir nevi oyunu tutmak; zamanı öldürüp, skoru korumaktı. Ancak Galatasaray'ın oyunun bu safhasında pas yapmaya ihtiyacı yoktu ki... Beşiktaş zaten riske giriyordu. Üzerimize gelirken orta sahada durdurulup, öne atılacak ani paslarla gafil avlanacak pozisyondaydı. Fakat Elmander ileride tek başına bırakılınca hem bu fırsat değerlendirilemeyecek hem de Ernst daha rahat hareket edip, öne doğru daha fazla çıkabilecekti. Nitekim aynen de öyle oldu. Riera'nın girmesiyle Galatasaray pas yaptı, top hakimiyetini dengeledi fakat öne doğru hiç oynayamadı; Elmander'e atılan bütün toplar geri döndü. Ki zaten Galatasaray sezon başından beri işlemeyen kanatlara rağmen tek forvetle oynadığında ileride çoğalamıyor, pozisyona da giremiyordu. Böylece Galatasaray bu sistem değişikliğiyle birlikte sadece kontra goller bulma şansını yitirmemişti; Beşiktaş'ın üzerine organize atakla pasla gidip pozisyona girme şansını dahi zora sokmuştu. Dolayısıyla Galatasaray'ın maçı kazanması için artık ya beyhude paslarla zamanı öldürmesi ya da Engin'in bireyselliğine bel bağlaması gerekiyordu.

Yüzüme tokat yedikten 10 dakika sonra Quaresma'nın bireysel şansı skoru eşitledi. İşte o anda bütün stat başıma çöktü adeta... Neredeyse oturup ağlayacaktım. Semih'e gram dahi kızmadım. Benim sitemim tamamen Fatih Hoca'ya idi... Maç 3-1, 4-1 hatta 5-1 olabilecekken, bir hoca nasıl olur da kanat problemi yüzünden sezon başından beri Galatasaray'ın bir türlü beceremediği tek forvetli oyun anlayışında bu kadar ısrarcı olabiliyordu? Bunun mantığına bir türlü varamıyor; akıl sır erdiremiyordum. Bütün bu soruları iç dünyamda sorgularken, maç sonuna kadar o tezahüratlar da, o ıslıklar da hiç durmadı...

Sonrası malum. Fatih Hoca yine sistemini değiştirdi. Baroş'u oyuna aldı ve maç döndü. O anda sevincimdem maça gittiğim üç arkadaşımı yere serdim. Fakat onlar bu durumun farkında bile değillerdi. Bütün stat kendini kaybetmiş; kendinden geçmişti. O tutunma korkulukları olmasaydı top yekun alt kata sürüklenecektik. Ben hayatımda bu yaşıma kadar böylesi bir sevinç, böylesi bir mutluluk yaşadığımı hatırlamıyorum. Hani ''çocuklar gibi sevinmek'' ifadesi vardır ya, az kalır bu durumu anlatmaya... Benim için o an ölümden önceki son aşamaydı. Bir sonraki an ölümdü. Kalbim durmadıysa şanslıydım.

Almeida o golü atsa ve Galatasaray da farka gidebileceği bir maçı kaybetseydi Fatih Terim'i fazla değil; yine bu kadar eleştirecektim. Ancak o üzüntüyü nasıl anlatırdım işte onu bilemem.

Maçtan önceki koreografi gerçekten muhteşemdi. Maçın adamı Engin'di benim için. Sonra Selçuk, sonra da Elmander... Engin maçta varını yoğunu ortaya koydu. Gerçi bütün futbolcular (Almeida ve Quaresma hariç) iyi mücadele ettiler. Çok kaliteli bir maç olmasa da heyecan seviyesi son derece yüksekti. Herkes Beşiktaş'ın maçı hakettiğini söylüyor. Ancak ben aynı kanıda değilim. Bir maçı hakedebilmek için Hıncal Uluç gibi atılan şut sayısına bakarsak, şuttan önce gerçekleşen bütün senaryoları da inkar etmiş oluruz.  Rakibine göre oyun olarak ne kadar üstünsen, maçı da o derece haketmişsin demektir. (En azından benim bakış açım böyledir.) Bundan dolayı (Fatih Terim'in bütün hatalarına rağmen) maçı Galatasaray'ın hak ettiğini söyleyebirim. İlk yarıda Beşiktaş'a karşı hem oyun, hem de taktik açıdan çok üstündü Galatasaray. İkinci yarıda ise dönem dönem iki takımda birbirine üstülük kurdu. Fakat şu bir gerçek ki; Galatasaraylı futbolcular çok daha inanmışlardı galibiyete... Beşiktaş'ın bütün planı oyunu kanatlara aktarıp, bireysel yetenekleri üzerinden skor üretmekti. Galatasaray ise daha komple, daha organize işler yaptı maç boyunca... Yine de Engin'in bu organizasyondaki bireyselliğini yabana atmayalım. Fernandes'in olmayışı da Galatasaray için bir şanstı.

Galatasaray'ın artık bu noktadan sonra şampiyonluğu kaybetmesine pek ihtimal vermiyorum. Kaybedecek olursa da play-off sistemindeki adaletsizlik yüzünden olur. Fakat o atmosferi, o coşkuyu, o kenetlenmeyi ve o inancı gördükten sonra bu olasılık da yok olup gidiyor benim gözlerimin önünde... İkinciliği bile düşünemiyorum. Biz gerçekten ''özellikle bu sene'' şampiyon olmayı fazlasıyla hakediyoruz. Herşeye ve herkese rağmen... İnşallah da olacağız.

                                                  &&&

''Hakem son düdüğü çaldığında bedenimdeki bütün kanın koskocaman bir şırınga tarafından yavaş yavaş çekildiğini hissettim...''

Gerçekten de böyle oluyor arkadaş... Öylesi (ölesiye) bir sevinç yaşadıktan sonra işte böyle oluyor :) Bunu da Aslantepe'ye gitmeye niyet edip, henüz bu amacını gerçekleştirememiş olan arkadaşlara söylüyorum. Fatih Terim'in size yaşattığı ''gel-git'' lere veryansın etmeyecekseniz iç dünyanızda, o halde o atmosferi kesinlikle görün derim ben. Aksi halde televizyon hiç de eski bir icat sayılmaz. Benden söylemesi... Çünkü;

Ölümden dönmek güzel ama hayatı yaşamak daha güzel be usta...

Yine de bir ilkokul öğrencisi edasıyla; ''Ölümüne Cimbom'' diyorum...

Sevgiler...





Yorum Yaz

Yorumları okumak veya yazmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir.

Puan Durumu Fikstür
Bizi Takip Edin :
Webaslan Google+ Webaslan Facebook Page Webaslan RSS Webaslan iPad Webaslan Mobil
reklam
Yazarın diğer yazıları
  2012
  2011
Son Girilen Makaleler
beawerheart
| 28 Ağustos 2024 |
kabatasli
| 25 Ağustos 2024 |
kabatasli
| 24 Ağustos 2024 |
kabatasli
| 15 Ağustos 2024 |
kabatasli
| 05 Ağustos 2024 |
En çok yorumlananlar
Blog bulunmuyor...