18
2011
Ben yıllardan beri Fifa oynayan bir insanım. Önceleri sırf zevk için oynardım. Galatasaray'ı Türkiye'de şampiyon yapar, son maçta o hak ettiğim kupayı görmek için ise can atardım. Ancak bir Avrupa Ligi kurduğumda sonuç hep hüsran oluyordu. Profesyonele geçmeyi gurur meselesi yapınca da bir türlü o mutlu sona ulaşamıyordum. Kahrolası Manchester United delik deşik ediyordu beni; hatta bazen maç boyunca kendi ceza sahasını bile bana göstermiyordu...
Bütün formasyonları denedim. 4-4-2, 4-3-3, 3-5-2, 3-4-3... ancak olmuyordu. Orta sahadan içeri yöneldiğimde sol bek ileri çıksaydı, ben de koşu yoluna pas atacaktım ama; çıkmıyordu ki... Ya da epey geç hareketlendiği için ben de topu çoktan Fletcher'e kaptırmış oluyordum. Sezon sonunda da kupayı kazanan ya İnter, ya Chelsea, ya Barcelona ya da o kahrolası Manchester United oluyordu...
Fifa'dan aldığım zevk artık yerini bir tatminsizliğe ya da daha açık bir ifadeyle bir hırsa dönüştürmüştü. Ne yapıp edip Avrupa'nın en güçlü takımları arasında Galatasaray'ın adını en başa yazdırmalıydım. Bunun mutlaka bir sırrı olmalıydı ve ben de o sırrı bulmalıydım...
Hazır formasyonlar tutmayınca, ben de kendi formasyonumu oluşturdum. LM, CM, CAM, RS gibi değişik pozisyonları ileri, geri, sağ, sol ve çapraz oklarla süsledim. Bielsa'nın 3-1-3-3'ü dahil bildiğim bütün dizilişleri denedim. Oyuncuların aralarını açtım, yakınlaştırdım ancak olmadı; bir türlü istediğim oyunu oynayamıyordum. Savunmayı önde kurdum; çok gol yedim. Forveti üçleyince de orta sahada eksildim. Defansif taktikte okları çift ileri çıkardım; hücum pres yaptım, sahadan silindim...
Olmuyordu, olmuyordu... Kafayı yedim. Başlarım yapacağınız oyuna dedim; sıkıldım; sinir oldum; Fifa'yı bıraktım... Hatta oyunu bilgisayardan kaldırmayı falan da düşündüm. Fakat belki bir gün ödeşiriz diyerek, vazgeçtim.
Bilgisayarın bir köşesinde durdu orada... Üzerine çift tıklamayalı aylar geçmişti. Beni hep çağırıyordu ama soğumuştum bir kere; hep yan çiziyordum. Ya da kaçmaktan öte, hırsıma galip geliyor olmak beni daha olgun kılıyordu sanki... Bu bir avuntu olsa da ben çocuk değildim ki; beni kandıramazdı.
Ancak bir gün bana öyle bir baktı, bana öyle bir göz kırptı ki: ''Gel, tıpkı o eski günlerdeki gibi beni sadece zevk için oyna'' dedi. Ben de seni mi kıracağım gibilerinde ona cevap verir vermez, Fenerbahçe'ye 3 attım; çocuklar gibi sevindim... İyi de ben ne zaman girmiştim ki bu oyuna? Hazır girmişken bir Avrupa Ligi kursa mıydım acaba?
Şu tatminsizlik yok mu, insanın üç kuruşluk zevkini zehir eder. Nereden de tekrar Avrupa'ya açılmaya yeltenmiştim ki sanki? Fenerbahçe sana yetmiyor muydu?!
Kupayı yine Manchester aldı; kahroldum. Hani Alves'leri falan transfer etsem yine en başa yazdırırdım Galatasaray'ın adını ama Sabri'lerle falan olmuyordu bu iş. E profesyonelde oynamak da bir tatminsizlikti benim için... Ulan nerden girmiştim ki ben bu oyuna. Silse miydim acaba Fifa'yı?
Tam 5 dakika sırf bunun için düşündüm. Sonunda karar verdim; Fifa duracaktı; inat edecektim; yılmayacaktım ve Fifa'yı yenecektim. Bu süreç yaklaşık iki yıl sürecek olsa da Fifa'nın sırrını çözecektim. Beni tatmin eden oyun anlayışını deneme yanılma yoluyla her seferinde yeni bir şeyler keşfederek bulacaktım...
Ne zaman Fifa'yı açsam, artık Fenerbahçe'yi yenip zevk almaktan öte bir taktik ve strateji uzmanı olma yolunda adım adım ilerliyordum. Her seferinde yeni bir şeyler deniyordum fakat sonunda hep tatminsizlik oluyordu. Ancak yılmıyordum; kendi kendime söz vermiştim bir kere...
Bir gün çok farklı bir şey denedim. Hoşuma gitti. Üzerine kattım; ekledim; çıkardım ve sonunda beni tatmin eden oyunu buldum.
Artık Avrupa'nın en güçlü takımlarını çok da zorlanmadan dize getirebiliyordum. Lig usulü 10 takımlı bir Avrupa Ligi yaptım. 14 galibiyet, 2 beraberlik ve 2 mağlubiyet alarak en yakın rakibim olan Chelsea'ya 10 puan fark attım. Ki aldığım yenilgilerdeki kaçırdığım gollerin de haddi hesabı yoktu. Manchester'i ise Sabri ve Zan'larla kendi evimde 6-0 yendim. Artık Flecher benden top çalamıyordu. Sonunda Fifa'nın sırrını çözmüş, başarmış ve tatmin olmuştum...
Ne yaptığımı merak ettiniz değil mi?
Yani açıkçası bu işe yaklaşık iki yılını vermiş bir insan olarak bu sırrı sizlerle paylaşacağımı sanıyorsanız, avucunuzu... :)
Neyse, açıklayayım: Hiç bir şekilde RB, LB, CB, SW gibi defans oyuncularını kullanmıyorsunuz. Savunma dörtlüsü RM, RCDM, LCDM ve LM'den oluşuyor. Önlerinde CDM var. CDM'nin önünde ise yan yana RCM ve LCM bulunuyor. Forvette RS ve LS, tam arkalarında ise CAM...
Ofansif taktikte bütün oyuncuları ileri doğru çift ok öne çıkartıyorsunuz. Yanlız en geride kalan RCDM ve LCDM ikilisini tek ok uzatıyorsunuz.
Defansif taktikte ise savunma dörtlüsü ve onların önündeki CDM'yi kendi halinde bırakıyor; hiç bir yönde ok kullanmıyorsunuz. RCM, LCM ve CAM'yi ise tek ok ileri çıkacak şekilde ayarlıyorsunuz. Buradaki amaç top rakipteyken hücum pres yapmalarını sağlamaktır. En öndeki RS ve LS'nin ok yönleri ise çok kritik.
Eğer rakipleriniz zayıfsa, mesela Türkiye Ligi'nde oynuyor iseniz, RS'yi sağ çapraza yani köşe bayrağına doğru çift ok çıkın, LS'yi de sol çapraza doğru çift ok uzatın. Bu şekilde yaparak orta sahada kapacağınız her top özellikle dört yıldız ve altındaki takımlara karşı muazzam kontra atağa dönüşüyor. Maç bir anda 10-0 olabiliyor. Tek yapmanız gereken öndeki futbolculara ara pas atmak.
Ancak Avrupa arenasına çıktığınızda ilerideki ikilinin orta sahaya yardım etmemesi biraz riskli olabiliyor. Bu yüzden güçlü takımlara karşı defansif taktikte RS'yi bir ok sağ ve bir ok sağ çapraza, LS'yi ise bir ok sola, bir ok da sol çapraza doğru hareket ettirin. Bu şekilde üst üste 4-5 maç oynayınca alışıyorsunuz. Doğru kişiye, doğru anda pres zamanlaması uyguladığınızda olay kopuyor. Yanlız en arkadaki ikili pozisyonunu mutlaka korumalı...
Aslında sistem ve taktik oldukça basit: Formasyon 4-4-2, orta saha ise baklava şeklinde... Top kazanıldığında bütün oyuncular öne çıkıyorlar. Top kaybedildiğinde ise kanat bekleri ve ön libero kontrollü pres, önlerindeki 5 oyuncu ise tam pres yapıyor. Top rakibe geçtiği zaman en uçtaki ikili kanatlara açılınca da bir nevi 4-6-0'a dönülmüş olunuyor. Böylece gizli bir merkez santrafor ortaya çıkıyor: CAM... Osman Tamburacı'nın mantalitesi inanın ki boş değil. Ancak sadece defansif taktikte iyi işliyor bu düzen...
En önemli kısım ise futbolcuların mevkilere göre konumu; yani pozisyonunu doğru alma meselesidir. En arkadaki RCDM ve LCDM'yi ortaladıktan sonra kendilerine ayrılan bölümün en gerisine çekin. Daha sonra içe doğru ikişer adım yaklaştırın. RM ve LM'yi de en geriye çekerek RM'yi kendi alanının sağ duvarına, LM'yi ise sol duvarına yaslayın. Bu işlemi yaptıktan sonra her ikisini yine içe doğru ikişer adım yaklaştırın. CDM kendi bölgesinin ortasında ve üst duvara teğet olmalı. Böylece RM, LM, ve CDM'nin aynı hat üzerinde olduğunu göreceksiniz. CAM ise kendi sınırının ortasında ve en üst noktasında pozisyonunu almalı. Bundan sonrası kolay. Çünkü bütün futbolcuların birbirleriyle arasındaki mesafe aynı olacağından geriye kalanların konumları otomatik olarak belli oluyor. Burada önemli olan hem mesafeyi korumak hem de simetriyi tutturmaktır. RM'den RS'ye çapraz bir hat, LM'den LS'ye de yine çapraz bir hat olmalıdır.
Bütün bunları niye anlattım? Kendi başarımı alkışlatmak için mi: Hayır... Keşfettiğim bu sırları sizlerle paylaşarak Fifa'nın bana çektirdiklerinden intikam almak için mi: O da hayır... Ben sadece sanal oyunların gerçeklerden çok da uzak olmadığı kanaatindeyim. Açıkçası bu hafta Di Maria'nın Higuain'e attırdığı gollerin, benim Melo ile Elmander'e attırdığım gollerden hiçbir farkı yoktu. Webo'nun Samsunspor'a attığı golün asistini de iyi bir örnek olarak sunabilirim sizlere... Ya da Baros'un Bursaspor'a attığı golden önceki yardımlaşmayı...
Tabii ki birebir gerçek değildir hepsi. Ancak pozisyon alma, sahaya yayılma, öne hareketlenme, hatta ara pas atma gibi pek çok konuda benzerdir ve gerçeklik payları bir nebze de olsa muhakkak vardır. Sanal alemde beni tam olarak tatmin eden en makbul oyun anlayışını iki yıl sonunda bulmuş bir insan olarak; aynı mantalitenin gerçek çimlerin üzerinde de mümkün olabileceğini düşünüyorum ben...
Dediklerimi harfi harfine yapın, bana hak vereceksiniz. Futbolcuların güçleri sınırlı olsa da doğru taktik ve stratejiyle takım halinde bir araya geldiklerinde bir voltran oluşturabileceklerdir parmaklarınızın ucunda... Belki Manchester United'a 4 dakikada 6 gol atamayacaksınız ama sonunda rahat bir galibiyet almasını da bileceksiniz. Eski oynadığınız taktikle bir karşılaştırma yaptığınızda, çölde serap görmediğinizi de anlayacaksınız böylece... En azından sanalda gerçekliği yaşayacaksınız. Bu gerçeğin gerçekte de gerçek olduğuna inanıp inanmamak ise artık size kalmış.
Fifa'nın efsane seviyesinde oyun çok yüksek tempoda geçiyor. Adamı kaçırdığınızda direk topu kalede görüyorsunuz. Ancak organize atak geliştirmek pek de zor değil; gol de atıyorsunuz. Dünya klasmanında ise takımların kademe anlayışı daha sağlam. Bu yüzden bana daha gerçekçi geliyor bu seviye...
Fakat Fifa'nın bundan sonra bir kademe daha expert seviyede düzenleme yapması gerekiyor. Aksi halde taktik ve stratejiyi yutmuş, bu oyunun sırrını çözmüş bir insan olarak, yılların acısını Manchester'den çıkartmak bana gına getirecek :) Hazır Galatasaray'ın adını en başa yazdırmışken itiraf edeyim; amacıma ulaştığım için tatmin oldum ama korkarım ki gelecek günlerde beni yine koca bir tatminsizlik saracak. İnsanın en son noktaya erişmesi bir paradoksu da beraberinde getiriyormuş meğerse...
Bu yüzden eğer bir Fifa bağımlısı iseniz, yine de hiç tatmin derdine düşmeden sadece zevk için bu oyunu oynayın derim ben... Aksi halde Galatasaray'ın tek forvetle pozisyona girmekteki sıkıntısını görüp, gerçeklerin bu kadar acı olduğuna şahit oldukça, bu sefer de serabın ortasında sapsarı bir çöl görmeye başlıyorsunuz...
Keşke Galatasaray bilgisayarın içinde olsaydı da, onu ben yönetseydim şeklinde Matrixsel bir duygu yoğunluğu kaplıyor içinizi...
Sevgiler...