30
2013
Şu an aklıma gelen bu deyişle başlamak bu yazı için uygun düşüyor.
Kurumsallaşmak, bu ülkede gerçekten dünya markaları yaratmanın ilk şartıdır. Memleketin dünyaca tanınan bir tane markasının olmamasını, bu ülkede işlerin en büyük kurumlarda bile “ahbap çavuşlar” mantığı ile yürütülmesine bağlamak çok yanlış olmaz.
Bugün Avrupa’nın önde gelen ülkeleri; İtalya, Fransa, İsveç, Almanya, İngiltere, İspanya dediğinizde aklınıza birden çok marka geliyorsa, bu onların kurumsallık alt yapılarını tamamlamış olmalarından kaynaklanmaktadır. Oysa ülkemizde bizlere çok büyük diye lanse edilen firmaların bile herhangi bir Avrupa ülkesinde bir bilinirliğinin olmadığını gördüğünüz de, bir şeylerin yanlış olduğunu hemen fark ediyorsunuz.
Üniversite bitip de o zamanki adı KOÇ Finansta staja başladığım dönemlerde dışarıdan dev gibi görünen bu markanın içeriden nasıl da bir bakkal dükkanını andırdığını görmek beni hem çok şaşırtmış ve hem de büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı. Ne yani koskoca KOÇ Grubu bile mi, bizim Mehmet Amca'nın, Ali Abi'nin mantığı ile işletiliyordu! Gerçekten bu benim, o zaman kaldırabileceğimden daha büyük bir travma yaratmıştı zihnimde. Belki de bu yüzden hiçbir zaman bu ülkenin hiçbir büyük kurumuna yeterli saygıyı gösteremedim kendi özelimde. Bu bana sonraki iş hayatımda gereksiz derecede büyük bir öz güven aşılamış ve buda bana hem büyük kazançlar sağlamış ve hem de büyük zararlar vermiştir.
Bu ülkede kavramlar bir türlü yerli yerine oturtulamıyor ya da birileri kavramları kendi istedikleri gibi tanımlayarak, kendi arzuları ve menfaatleri doğrultusunda bir karmaşa yaratıyorlar. Asıl sorun, ülke insanının, bilgiye dayanmadan kanaatçi ve bu nedenle de manipülasyona son derece müsait yapısından kaynaklanıyor. Bilgisi olmayan bireylerin, bir şeylere kanaat getirmesini sağlamak adına görsel ve yazılı medya, onları ellerinde bulunduran erklerce son derece etkin ve doğru bir şekilde kullanılıyor. Ne gariptir ki ülkemizde işini en iyi yapanlar hep, ellerindeki gücü aynı zamanda en kötüye kullananlar olmuştur. Dolayısı ile de bu ülkede işini çok iyi yapanlar listesinin başına medya unsurlarını yazmak ne kadar doğru ise, bunu başarabildikleri için onları yüceltmek de o kadar yanlış olur.
Bir şekilde işlerin kendi istedikleri düzlemde ilerlemesini arzu edenlerin sığınağı da yine hep o değişmez limandır; Son derece doğru, gerekli ve yerinde gibi görünen kavramların içini, olması gereken asıl şey ile değil de, önceden ve çoktan hazırlanmış bir planın parçaları ile doldurmak… Her biri bir “truva atı” olan içleri planlarla doldurulmuş bolca bilimsel, sosyal ve toplumsal soslu bu kavramlar ile hangi kalelere ne saldırılar yapıldığını ise burada anlatmaya sayfalar yetmez! Üstüne çikolata sosu dökülmüş çakıl taşıdır onlar…
Bunların içinde ise, bir kurum için en tehlikeli olanı, sözü edilen “kurumsallaşmak” kavramıdır. Çünkü bu ülkede nedense herkes bu kavramdan kendi işine geleni çıkarımsamaktadır. İçi en boş ve neidüğü en belirsiz kavramdır bu aynı zamanda.
Bütün dünyada kurumsallaşmak dendiğinde akla gelen ama bize bir türlü gelemeyen şey ile bizim “kurumsallaşmak” tan algıladığımız şey arasında bütün bir dünya kadar fark vardır!
Hiçbir kurum, işleyen bir çarkı bozarak kurumsallaşamaz mesela. Ama biz bunu deneriz. Oysa Çinliler der ki; bir şey çalışıyorsa, dokunma!
Bizde, “bir kurumu tamamen ele geçirme yöntemlerinden birincisidir” ve müthiş bir kılıftır çalınmak üzere olan minareye!
Ben yaparım olur mantığı ile her şeyi en iyi kendilerinin bildiğini sanan elitistlerin dudağından düşürmediği, bitmek bilmeyen bir türkü, dilinde pelesenk bir söylemdir. Ama içi boştur işte içi! İçinde kayda değer bir şey yoktur.
Onun yeğeni, bunun dayısı ile sürdürülen çıkar ilişkilerinde diğerlerini dışlamanın en kestirme ve en garantili yoludur. Yetkileri netleştireceğiz. Herkesin yetki alanı kesin ve net olacak ama en net şey şu olacak; Burası bizim arkadaş! Sizi istediğimiz zaman dışlarız!
Örneğin; hey sen! atanmış! Bizim işimize karışamazsın, ama biz seni atayanlar, senin her işine burnumuzu sokar, her uzatılan mikrofona senin iş alanınla ilgili yorum yaparız!
Kendisine uzatılan mikrofona “melo tüccar bir futbolcudur” diyen sayın Başkan, yetkilendirme çizelgesindeki hangi konuma dayanarak, teknik ekibin sahasına pervasızca girebilmektedir mesela? Bu takımın bir teknik ekibi yok mu? Varsa, bir futbolcu ile ilgili yorum yapıp fikir beyan etmek Başkana değil onlara düşer! Teknik ekibin ısrarla iki yıldır alın dediği adamı, bonservisine birkaç milyon daha az ödemek adına çıkmaz ayın son çarşambasına kadar transfer etmeyerek, “verdiğiniz yetkilere duyduğunuz saygıyı” ise konuşmaya bile gerek yok! Sana, iki yıl üstüstte şampiyonluk tacı takmış bir teknik ekibin, bir futbolcuyu alacaksın diyorsa alacaksın arkadaş! Alamıyorsan da konuşmayacaksın! İşte kurumsallaşmak budur sayın Başkan!
Hem kurumsallaşmaktan bahsedeceksin ve hem de kalkıp bizzat kendin, kurumsallaşmanın ilk şartını ve bütün diyalektiğini çiğneyeceksin! Perhiz yapıyorsan, lahana turşusu yemeyeceksin arkadaş!
“Sneijderi alırım, onu oynatacak adamı da bulurum” demekle kurumsallaşılmaz olsa olsa “Aziz Yıldırımlaşılır” ki bu Galatasaray taraftarının asla tasvip etmeyeceği bir tutumdur!
Kaldı ki, bir kurum kendisine başarı ile hizmet eden yöneticilerini ya da elemanlarını(!) saf dışı ederek nasıl ilerleyebilir? Bir kurum eğer akıllı bir organizma olsa, bunu kendisine yapar mı? Böyle bir şeyi ancak “her yetkiyi kendisinde toplamak isteyen başka niyetli birileri yapabilir!”
“Daha ileriye gidecek olan yolu” tıkayanların, bunu kurumsallaşmak adına yaptıklarını söylemeleri karşısında, biz de onlara dönüp şunu sorarız; ileriye taşınmanın önünü tıkayarak nasıl büyüyebilir siniz!?
Ve eğer büyüme ve ilerleme yoksa kurumsallaşmaktan maksat nedir?
Spor olsun mu yoksa dostlar alışverişte görsün mü?
Yoksa daha büyük bir planın şimdilik küçük bir parçası mıdır bütün bunlar!